Divan Buluşmalarının Konuğu Ramazan Yıldırım Oldu.
Divan Buluşmalarının dördüncüsü 3 Mart Perşembe günü İstanbul Kitap Kahve’de gerçekleştirildi. Buluşmanın konuğu İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ramazan Yıldırım oldu.
Yıldırım, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans, Ankara Üniversitesi’nde doktora eğitimini tamamladı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilimdalı başkanlığı görevini yürüten Yıldırım, 2012’den beri Arapça yayınlanan Ru’ye Türkiyye dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. Din-siyaset ilişkileri, Mu’tezile kelamı, Selefilik, Arap Baharı sonrası İslami hareketlerin siyasal dönüşümü konularında araştırmalarını sürdüren Yıldırım’ın yayımlanmış bazı kitapları şunlardır: 1-) 20. Yüzyıl İslam Dünyasında Hilafet Tartışmaları, 2-) Mutezile'nin Kelami Polemikleri, 3-) Medrese’den Üniversite’ye Ali Özek, 4-) Hakim el Cüşemi “Uyunu’l-Mesail fi’l-Usul”, 5-) Selefilik-Tarihsel Süreci ve Görüşleri, 6-) Hasan-ı Basrî.
Yıldırım, “Türkiye Dindarlığının Fikriyat ve Siyaset Birikimi” başlıklı konuşmasında genel hatlarıyla şu konulara değindi: “Dinle dindarlığı net bir şekilde birbirinden ayırmamız gerekiyor. Yani dinin herhangi bir yorumu, bu isterse itikadi olsun, isterse ameli fıkhi bir yorum olsun ya da tasavvufi bir yorum olsun, bunların her biri toplamda dinin bir yorumunu temsil ediyor. Bu yorumlar dinle özdeşleştirilemez. Bugün İslam dünyasında karşı karşıya kaldığımız en büyük sorun budur. Yani dinin belirli bir yorumunun dinle özdeşleştirilerek teorisinin ya da pratiğinin yapılıyor olmasıdır. Onun için din tektir, dindarlıklar çoktur. Dindarlığın çok fazla çeşidinin olması çok doğaldır. Çünkü dine muhatap olan coğrafya, tarih ve insan, Allah bunların her birini farklı yaratmıştır ve bu farklılıklarını koruması da onun tabii bir hakkıdır. Yani insanların dilleri, renkleri, yaşam biçimleri, aileleri, coğrafyaları, ait oldukları kültürel ortamlar, ekonomik ve sosyal şartlar, bunların tamamı o insanın dindarlığının içeriğini belirler. Din ilahidir, vahye dayalıdır, evrensel ilkeler içerir ve bu evrensel ilkeler zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez. Mekke’de, Medine’de, Bağdat’ta, İstanbul’da, Paris’te, Londra’da kıyamete kadar geçerliliğini korur.
Dindarlığın temelini oluşturan dinî yorum ise beşeridir. Yani insan aklının vahiy ile buluşması ve Hz. Peygamberin rehberliği ile yüzleşmesi, tanışması ve oradan bir örneklik alarak devam ettirmesidir, yani içtihatlara dayalıdır. Bütün ekoller ve mezhepler bu anlamda birer içtihattır. Ebu Hanife’nin, İmamı Maturidi’nin, İmamı Eşari’nin, İmamı Şafi’nin yaptıklarının tamamı birer dini yorumdur, yani dinin bu değişmez kurallarından hareketle yaşamış oldukları çağın ve dönemin sorunlarına buradan bir cevap üretmişlerdir, işte üretilen bu cevap dinî yorumdur. Kısaca dindarlığın dinin kendisi olmadığını ama dinin bir yansıması olduğunun altını çizelim. Osmanlı döneminde dinî bilginin taşıyıcı kurumları medreseler, tekkeler ve çeşitli ekollerdir… Cumhuriyet dönemine geldiğimizde cemaat diye bir kavram ortaya çıktı. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, medreselerin lağvedilmesi henüz o dinî bilgiyle buluşmamış Anadolu insanı için büyük bir boşluk doğurdu. Medrese ve tekke bağı gayriresmi bir şekilde sürdürüldü ve şehirleşmeyle birlikte adına cemaat dediğimiz yapılanmalar ortaya çıktı. 1950’lerden itibaren bu dinî cemaatler, yani bugünkü dindarlığı oluşturan cemaatler ortaya çıktı… 1960’lardan itibaren Türkiye’deki Müslümanlar tercüme eserlerle tanıştılar. Mısır, Suriye, İran, Pakistan ve Hindistan coğrafyasından tercüme edilen eserlerle yeni bir fikir dünyası oluştu. Bu fikirler 1970’lerde, 1980’lerde Edirne’den Kars’a kadar gençlerin gündemine girdi. Bu kendi kimliğimizi inşa edecek ve koruyacak bir fikriyat verdi. İtikat ve amelde de ilmihal düzeyinde bilgiler verdi. Bu aynı zamanda dinin doğru bilgisinin burada, Anadolu’da üretilmesini de geciktirdi. Yerli ya da dışarıdan gibi bir ayırım yapmak doğru değil ama havzalar arasında ortaya çıkan bu fikriyatın o havzalara ait kültürel birtakım unsurlar taşıdığı da vakıadır…
Türkiye’de İmam Hatipler bir boşluğu doldurdu. Anadolu Türkiye dindarlığıyla mütenasip bir dindarlık anlayışı ortaya koydular. İlahiyatlar bundan sonra geldi. Ancak bu okullara cemaatler ve tarikatlar hep kuşkuyla baktılar. Burada Diyanet’i de unutmamak gerekiyor. Türkiye’de dinin doğru bilgisini üreten kurumlar resmî kurumlar oldu. Diyanet’in yayınlarına bakın, ortalama dindarlığın bilgisidir ve dinî bilgi açısından oldukça iyidir. İlahiyatlarda yapılan tezlere bakın, aradığınız her alanla ilgili beş-on tane tez bulursunuz. 1990’lı yıllarda ortaya çıkan bu dinî birikimi alacak, kendine uyarlayacak ve onu bir sisteme dönüştürüp halkla buluşturacak ara katmanlar günümüzde maalesef eski canlılığını yitirdi…
Bizim sahip olduğumuz özgür fikriyat ve zihniyeti diğer coğrafyalardaki Müslümanlarda görmek pek mümkün değil. Türkiye dindarlığının özgür fikriyatı bağlamında mevzuya baktığımızda, bizim kuşak bunun atan nabzını temsil ediyordu. Aynı anda birçok alim ve düşünürün tercüme eserlerini okuyorduk ama hiçbirini birbiriyle çatıştırmıyorduk. Aradığımız bir şeyler vardı, onları oradan alıyor ve kendi kimliğimizi inşa ederken bunu bir veri olarak kullanıyorduk. Belki Tunus’u hariç tutabiliriz ama diğer ülkelerdeki Müslümanlar sadece kendi ülkelerindeki kaynaklardan beslendiler ve diğer kaynakları görmezden geldiler… Arap Yarımadasında Körfez havzasında bulunan ülkeler (Kuveyt, Katar, BAE, Yemen, Suudi Arabistan) internetin yaygınlaşmasıyla birlikte 90’lı yıllarda harıl harıl çalışarak selefi ve Hanbeli çizgideki bütün dinî kaynakları dijital platformlara aktardılar. Biz 28 Şubat atmosferinin içinde sürekli dayak yerken, onlar bu kaynakları Müslümanların kullanmış olduğu diğer dillere de tercüme ettiler. Bugün dünyada muhatap olduğumuz dijital dinî bilginin büyük bir kısmı hâlâ bu Körfez ülkeleri tarafından üretilen bilgidir.
Yıldırım’ın konuşmasını tamamlamasından sonra, katılımcılardan gelen soruları yanıtlamasının ardından program sona erdi. Bir sonraki Divan Buluşmaları 17 Mart Perşembe günü yapılacaktır.